Hakiki Akıllılığın ve Deliliğin Yozlaşmış Normlara Tepkisi

İnsanlık tarihi boyunca “akıllılık” kavramı, içinde bulunduğu toplumsal bağlamın tanımladığı çerçevede şekillenmiş; genellikle, mevcut düzene uyum sağlayan, kurallara riayet eden, “normal” kabul edilen davranış biçimiyle özdeşleştirilmiştir. Oysa kimi düşünürler, günümüzde akıllılığın yozlaşmış bir dünya içinde bizzat yozlaştırıldığını ileri sürer. Bu noktada, “hakiki akıllı olmak için kendi normalliğimize son vermemiz gerekir” düşüncesi, bizi akıllılık ve delilik algılarımızı yeniden gözden geçirmeye davet eder. Zira içinde yaşadığımız düzen, neyin “makbul” ve neyin “anormal” olduğuna hükmetmeye çoktan başlamıştır.

Toplumsal normların dayattığı kurallar kimi zaman sorgulanmadan kabul edilir. Örneğin, bir düzen içinde öne çıkan değerler – para, güç, statü veya kör bir itaat – benliğimizin hakiki yönünü bastırabilir. Halbuki birey, kendi değerlerini ve toplumsal normların temelini sorgulamaya başladığında “normal” kalıplardan sıyrılır ve böylece hakiki akıllılığa doğru bir yolculuğa çıkabilir. Delilik ise çoğunlukla, normların ötesinde hareket eden bireyin toplum tarafından yaftalanma biçimidir. “Delilik, çağdaş hayatın dehşetlerine karşı özgün bir tepkiydi; böyle bir dünyada akıllı olmak gerçeklikten bihaber olmak demektir” ifadesi, esasen sistemsel çarpıklığı fark eden bir insanın ruhsal tepkisi olarak deliliğin tanımına ışık tutar.

Bu noktada deliliği basit bir “akıl sağlığı bozukluğu” olarak görmek yerine, insanın acı çeken vicdanının, çarpık düzeni reddedişinin bir ifadesi şeklinde yorumlayabiliriz. Bu bakış açısı, Michel Foucault gibi filozofların akıl sağlığı kurumlarını ve “delilik” söylemini ele alırken öne sürdükleri eleştirilerle de örtüşür. Delilik tanımı, tarih boyunca değişmiştir ve her dönemde güçlü iktidarlar, tehlikeli gördükleri veya düzeni tehdit eden bireyleri bu kavramla damgalamıştır. Bir başka deyişle, kontrol edilemeyen, kurulu düzene uyum sağlamayan özne “deli” ilan edilerek ötekileştirilir.

Öte yandan, “hakiki akıllılık” dediğimiz şey, sadece toplumsal normları reddetmek de değildir. Burada kritik unsur, kişinin gerçeklikle kurduğu sahici ilişkiyi muhafaza edebilmesidir. Hem kendi iç dünyasını özgün bir şekilde yaşayabilmek hem de çevresindeki adaletsizlikleri, çarpıklıkları fark ederek buna uygun tepkiler geliştirebilmek, hakiki akıllılığı besler. Toplumsal “normal” tanımına boyun eğmeden, bireysel düşünce ve duygularını canlı tutabilen kişi, gerçekten akıllı olma yolunda önemli bir adım atar.

Bu çerçevede, makbul olmayan, sıra dışı veya “deli” diye etiketlenen duyarlılıklar, aslında yozlaşmaya karşı bir direniş biçimi olabilir. Bazen bu duruş, sistem içinde güçsüz, dışlanmış bir konuma itilebilir. Fakat belki de asıl tehlike, geniş kitlelerin “normal” kalıplar içinde hapsolarak gerçek sorunları görmezden gelmesidir. Çünkü “modern” olarak tarif edilen dünyadaki akıl almaz çelişkiler, adaletsizlikler ve yıkımlar herkes tarafından benimsenen bir “normal”in parçası hâline geldiğinde, hakiki akıllılığın yerini yozlaştırıcı bir uyum alır.

Sonuç olarak, bugünün dünyasında “akıllı” olmak ile “normal” olmak arasındaki sınır çizgisi bulanıklaşmıştır. Akıllılık, aslında normallerin düzenine itaat değil; insanın özüne, gerçeğe, vicdana sadık kalabilmesidir. Delilik ise çoğu zaman, bu yozlaşmış normları reddetme cesareti veya başkaldırının ta kendisi olabilir. Bu nedenle, hakiki anlamda akıllı olmak isteyen birey, önce hâkim normalliğin kendisini nasıl şekillendirdiğini sorgulamalı ve kendi bilincini özgürleştirme yollarını aramalıdır. Bu da ancak eleştirel bakış, içsel doğrulara sadakat ve cesur bir farkındalıkla mümkündür.